-
Mehmet Sait ULUÇAY
Tarih: 23-04-2025 15:42:00
Güncelleme: 23-04-2025 15:42:00
Bir milletin hikâyesi bazen bir insanın kalbinde atar. Türkiye’nin çalkantılı siyasal tarihine, yara bere içindeki toplumsal belleğine, sosyal panoramasına bakarken, Sırrı Süreyya Önder adını yalnızca bir siyasetçi, yalnızca bir sanatçı, yalnızca bir yazar olarak değil; bu toprakların kadim neşesiyle acısını aynı kelimede buluşturan bir vicdan, halkın mizahı, bir şarkının hüznü olarak da okumalı. O, sıradan bir aktör değil; hayatı boyunca hem yazan hem yaşayan hem de oynayan bir figür oldu. Hem trajedinin hem komedinin içinden geçti; bazen sahnede, bazen sokakta, bazen de cezaevinin demir parmaklıkları arkasında.
Yaşamı, neredeyse bir destan… Ama öyle devletin kaleminden çıkan hamasi bir destan değil; halkın dudağında mırıldandığı, bazen isyanla, bazen gözyaşıyla, çoğu zaman da kahkahayla anlatılan bir ağıt gibi. Sırrı Süreyya Önder’in hayatını anlatmak, Türkiye’yi anlatmak gibidir; çatışmaları, barış arayışlarını, darbeleri, yasakları, renkleri ve gölgeleriyle birlikte…
Onun için “bir şarkının niçin yakıldığını bilmeyen, nasıl söyleneceğini de bilmez” demişler. Çünkü Önder, o şarkıları yaşayanlardan oldu. Babasının miras bıraktığı bir kasa kitapla büyüyen bir çocuk, Maraş olaylarının ardından kalem yerine sloganı seçen bir genç, darbe sabahlarına uyanan bir öğrenci, 12 Eylül zindanlarında soluklanan bir mahkûm… Ve sonra, kendi halkına, kendi geçmişine sırt çevirmeden, barış için direnen bir siyasetçi. Türkçeyi hem bir mizah aleti hem bir direniş silahı gibi kullandı. Meclis kürsüsünde bir cümleyle bazen bir milletin derdine dokundu, bazen de kahkaha tufanıyla gerginliği unutturdu.
O, politikayı bir meslek olarak değil, bir vicdan borcu olarak yaptı. Meclis kürsüsüne çıktığında sesiyle değil, sesi ardına saklanmış hayatıyla konuştu. Lafla değil yaşanmışlıkla yontulmuş bir karakterdi. Ağzından dökülen her espri, bir acının makyajsız anlatımıydı. Çünkü biliyordu ki bu topraklarda en çok gülenler, en çok ağlayanlardır.
Şair Murathan Mungan, onu "Politik aktör değil, politik ozan" olarak tanımlar. Çünkü Önder, lafı sadece kurşun gibi sıkanlardan olmadı; kelimeleri, acının üzerine örttüğü bir şal gibi de kullanabildi. Ahmet Kaya’nın, Yılmaz Güney’in, hatta Nazım Hikmet’in ruhunun bir dili vardı. Mizahıyla Tanpınar gibi derin, sükûnetiyle Yaşar Kemal gibi epik, acısıyla Ahmed Arif gibi yakıcıydı.
Yönetmen Barış Pirhasan’ın yanında senaryo öğrendiğinde aslında kendi hayatının filmini yeniden yazmaya başlamıştı. Yazdığı Beynelmilel senaryo kitabı, filmi, sadece bir dönem eleştirisi değil, kendi iç hesaplaşmasının da görsel ifadesiydi. Mamak ve Ulucanlar Cezaevi’nin nemli duvarlarını, 80 darbesinin gaz kokan sokaklarını, silahlı bir çağın silahsız anlatımıyla seyirciye sundu. Mizah, onun silahıydı. Ama barut yerine merhamet, öfke yerine zekâ yükledi o silaha.
Ama hayat, her zaman aynı yerden vurmaz insanı. Zaman gelir, başka yerlerinden kanatır. Son yıllarda beynine pıhtı atması, aort damarının yırtılması, pankreasında tümör çıkması; sanki bir halk ozanının bedeninde çağın yaralarını toplamış gibiydi. Hastane odalarında geçen günlerin ardından "ufukta menzil görünüyor" demesi, bir veda değil, bir yeniden doğuş ihtimaliydi belki de. Siyasetin boğucu dili, halktan uzaklaşan iktidar oyunu artık onu değil, o siyaseti yoruyordu. “Ben artık yazmak istiyorum,” diyordu yakın dostlarına. “İnsan ancak yazarsa iyileşir.”
Ve siyasete girdiğinde, Meclis artık sıradan bir mekân olmaktan çıktı. Kimi zaman bir halk tiyatrosu sahnesi, kimi zaman bir meddahın kıraathanesi, kimi zamansa bir içli bağlama sesi gibi titredi onunla birlikte. Mehmet Metiner’le olan atışmaları sadece siyasetin değil, halkın hafızasında da yer etti. Çünkü Önder, sadece "laf sokan" biri değil, lafla yol açan biriydi.
Çözüm süreci, belki de onun en ağır yüküydü. Barışı savunmak, savaş kadar yıpratıcıydı. Çünkü bu topraklarda barış isteyenin sicili, bazen savaşanlardan daha kabarık yazılır. 43 ay ceza... Ama Önder’in cezaeviyle tanışıklığı yeni değildi; o karanlığı tanıyordu, o duvarlara kendi gölgesini çoktan kazımıştı. Yine de yılmadı. Yine de “ufukta menzil görünüyor” diyerek, hastane koridorlarından bile umut taşımaya devam etti.
Sırrı Süreyya Önder’in içindeki o yaramaz çocuk, artık kalabalıkların değil, kelimelerin peşindeydi. Zaten o hep hikâye anlatandı. Artık kendi hikâyesini bir kitaba dönüştürmek istiyordu. Beynelmilel gibi, 12 Eylül'le mizah diliyle hesaplaşan filmlerden sonra yeni senaryolar, yeni karakterler, yeni trajikomik halk portreleri tasarlıyordu zihninde. Kalemi, kürsüye göre daha az kavgacı, ama daha çok anlatıcıydı.
Zihinleri saran sorulardan biri de şu oldu hep: "Bu kadar bedel ödeyen bir adam, neden hâlâ gülümseyebiliyor?" Belki de cevabı kendi sözlerinde gizliydi: “Ağlamak, gülmenin kardeşidir.” Gülmeyi bilenler, acıyı da tanır. Önder, bu ülkenin hem gülümseyen hem ağlayan yüzüydü.
Ve belki de en çok bu yüzden geri dönmek istiyordu sanatın ana rahmine. Çünkü siyasetin acelesi vardı; ama edebiyatın, sinemanın, müziğin sabrı vardı. Kalemle hem kendini hem ülkesini yeniden yazmak istiyordu. Dışarıdan baktığınızda bu bir kaçış gibi görünse de, aslında bir varıştı. Çünkü Önder için esas olan, "kalıcı olan"dı. Meclisteki bir cümle unutulur, ama bir film, bir kitap, bir dize kalır.
Bugün belki hâlâ hastane odasında bir monitörün titrek ışığına bağlı bir yaşam sürüyor olabilir. Ama onun düşünceleri, cümleleri, filmleri, şiirleri çoktan ölümsüzleşti. Çünkü o, kelimelerin ötesinde bir hikâyeydi. Ve o hikâye, Türkiye’nin gölgesinde değil, ışığında yazıldı.
Sırrı Süreyya Önder’in hayatı bir döngüdür aslında. Cezaevinden gelen bir adamın yeniden cezaevine dönmesi gibi; sanattan çıkıp siyasete, siyasetten çıkıp yeniden sanata dönmesi gibi... Bu döngüde eksilmeyen tek şey ise insan kalmak. Çünkü o hep “insan olanın vicdanı vardır, kökenin, kimliğin, meşrebin önemi yoktur” diyordu. Belki de bu yüzden hem devrimciler hem muhafazakârlar hem solcular hem sağcılar hem Türkler hem Kürtler onun gözünde aynı sofraya otururdu. Böylelikle adı barış oldu.
O sofra şimdi yeniden kuruluyor olabilir. Ama bu kez siyasî vaatler değil, edebiyatın uzun cümleleriyle... Bir halk ozanının göğsünden çıkan son hikâyelerle...
Edebiyatın, sinemanın ve siyasetin kesiştiği o ince çizgide yürüyen Sırrı Süreyya Önder için en güzel tanım belki de şudur:
“Vicdanını yitirmeden siyasete bulaşan; mizahını kaybetmeden cezaevi gören, sazını bırakmadan barışa yazılan adam.”
Sırrı Süreyya Önder, dostlarına, artık kürsülerden değil, satır aralarından insanlığa seslenmek istediğini dillendirmişti. Sırtında yılların yükü, bedeninde hastalıkların izleri, ama hâlâ gözlerinde o muzip parıltı. Bir ülkenin en neşeli hüznüydü o. Ve şimdi, belki de en çok kendi hikâyesine dönmek istiyor. Çünkü biliyor:
“Bir şarkının niçin yakıldığını bilmeyenler, nasıl söyleneceğini de bilmezler.”
Ve o bu şarkıyı yaşadı.
Şimdi yazmak istiyor…
Şifalar diliyorum. Onu yeniden siyaset, edebiyat ve sinema sahnelerinde görmek istiyoruz.